Şarkı
Adam eski kaldırımda yürüyordu. Nereye veya ne için gidiyordu, hatırlamıyordu, bu yüzden de önemsizdi. Hangi sokakta olduğunu bile unutabilirdi, ta ki bir ses duyana kadar: Çok güzel bir kadın sesi şarkı söylüyordu. Sözleri tam anlayamacağı kadar uzaktan geliyordu ama ses çok yumuşaktı. Sanki derin bir yarayı anlatan bir tabloyu resmeder gibi söylüyordu şarkısını. Tedirgin ellerle boyanan çoğunlukla pastel renklerden oluşan bir tablo. Sokağın ortasında donakaldı ve büyülenmiş bir şekilde kadının güzel sesini dinlerken bir duvara dayandı ve gözlerini kapadı.
Ses dayandığı apartmanın bir veya iki üst katının açık penceresinden geliyordu. Kadının çıplak, saf ve doğal sesi arada kesilse de bu onu daha da melodik ve mükemmel kılıyordu. Yüzünü hayal etmeye çalıştı. Bir Akdeniz kadınıydı; esmer ve buğday tenli. Uzun ve atletikti. Yüz hatları keskin ama yumuşak tonluydu. Gözlerinden sağlıklı parıltılar saçıyordu. Bakışları merhametli ve içtendi. Elleri büyük ve becerikliydi. Şu an bir yemek veya resim veya elişi şaheseri üretiyordu zaten. Dudakları ise ucundan dökülenler gibi acı dolu ama inanılmaz güzellikteydi. Burnu ise uzun bir nehir gibi duru, ışıltılı ve coşkuluydu. Esmer saçları yanık omuzlarına öylece dökülüyordu, zaman zaman muzır bir şekilde sırtını gıdıklıyordu. Üstünde beyaz, ince bir atlet vardı. Altında ise eskimiş, solmuş uzun bir etek. Ayakları ise çıplaktı. Yıllanmış parkete gıcırtılar çıkararak sürünüyorlardı.
Söylediği şarkının derinlerinde bir yerinde bir acı saklamasına rağmen dudakları arada bir gülümsemeye meyilleniyordu. Acı insana tatlıyı da anımsatırdı ne de olsa. Onun acısı da herkes gibi tatlıyla iç içeydi. O derece ki, bir noktadan sonra ikisini birbirinden ayırt edemez olurdun neredeyse. Onunkisi de bir aşk hikayesiydi; başladığı gibi çabuk bitiveren, daha neye uğradığını bile anlayamadan... Bir zaman diliminin içindeyken zaman çok zor geçiyormuş gibi gelir, ama dışına adım attığında ne kadar çabuk geçtiği düşüncesinden başka bir şey gelmez insanın aklına. Ne kadar tuhaf. Birbirlerini sevdikleri günler geride kalmıştı ve şu an ona bu çok uzak tatlı, ve acı, bir rüyadan ibaretmiş gibi geliyordu..
Saçlarını karman çorman bir topuzun içine zorladı ve alnında biriken ufak ter noktacıklarını elinin tersiyle sildi. Elindeki işi bir kenara bıraktı ve saksıdaki sardunyasına su verirken şarkısına da ara verdi. Sardunyasına bakarken gözlerindeki ifade daha da yumuşadı, yanaklarında ise silik birer gamze belirdi. Bebek gibi yapraklarını sevdi, kokladı. Pencere kenarındaki yerine bıraktığı anda gözlerine bir hüzün çöktü. Şarkısına kaldığı yerden devam etmeye başladı, ama bu sefer sözleri söylemedi; sadece melodiyi mırıldandı.
Kendini solmuş tozlu koltuğuna bıraktı ve son aşık olduğu adamın yüz hatlarını gözlerinin önüne getirdi. Dudaklarından düşmeyen melodi tanıştıkları geceyi ifade eden en belirgin semboldü onun için. Ilık bir yaz gecesi esintisi saçlarını okşuyordu ihtimamla. Yandaki odadan onun olduğu yerde çakılı kalmasına neden olacak derecede yumuşak ve büyülü bir müzik duyana kadar onun için normal bir geceydi. Hipnotize olmuşcasına sesi takip etti. Ve oradaydı: Işıltılı koyu kahverengi dağınık saçları gözlerine düşüyordu ve yanağındaki ufak ben ona göz kırpıyordu. Kalın ama narin elleriyle ise okşarcasına bir İspanyol gitarı çalıyordu. Sanki gitarı değil de onu çalıyormuş gibi geldi donakalıp huşu ile onu izlerken. Orda bulunduğundan haberi hem varmış hem yokmuş gibiydi adamın. Başını kaldırıp bakmadı ama sanki içten içe bir anlaşma içindelermiş gibiydi. Gitarının tellerinde son notayı tınlattığı anda badem rengi gözlerini kaldırıp uzun kirpiklerinin ardından onun gözlerine baktı. Bakışın derinliği ölçülemez derecedeydi. Görünmez bir iple bağlanmış gibi bir süre öyle kaldılar, ta ki o karanlık bir perde gibi inen uzun saçlarını önüne düşürerek başını eğene kadar.
Beraber deniz kenarında yürüyorlardı. Fazla konuşmuyorlardı, çünkü gerek duymuyorlardı. Bakışları birbirlerine akıllarından geçen çoğu şeyi ele veriyordu ama ikisi de bundan fazla rahatsız olmuyorlardı. Sonunda ona dokunduğu anda, hissettiği hissi tarif edemezdi; sanki dokunduğu yer patlayacak gibi yanıyordu, ama aynı zamanda teni bu yanığı serinletiyordu. Daha önce hiç böyle hissetmemişti. Bu hislere o kadar yabancıydı ki, ne yapacağını kestiremez olmuştu. Kendini hislerinin götürdüğü yola fırlatmıştı.
Şimdi düşündüğünde, öyle hissetmesi gerektiğini düşündüğü halde, hiç ama hiç pişmanlık hissetmiyordu. O geceye geri dönebilseydi asla bakışlarından, dokunuşundan, müziğinden kaçmazdı; veya aşkından... Şu an düşündüğünde ne kadar acı hissederse hissetsin, o acının onu yoğurup büyüttüğünü biliyordu. Ona duyduğu aşkı hiç hissetmemiş olma düşüncesi ona daha büyük bir acı veriyordu. Hayatına hiç girmeseydi, onun yüzünü hiç görmeseydi, müziğini hiç duymasaydı, hayatını onun varlığından habersiz devam ettirseydi... Düşüncesi bile midesini altüst etmeye yetiyordu.
Uzanıp öpmüştü onu. Hiçbir şey demeden. Yavaşça ve kısaca. Hemen geri çekilip, hiçbir şey değişmemiş gibi yüzüne bakmıştı bir süre sonra ve arkasını dönüp uzaklaşmıştı. Öylesine bir yarım kalmışlık hissi doğmuştu ki içinde, onu yiyip bitirmişti bir hafta boyunca. Onu tekrar görene kadar aklından bir an olsun ayırmamıştı. Daha sonra hemen her gün görüşmeye başladılar. Hiçbir zaman ismi konulmadı ilişkilerinin. Sadece... oldu. Konmasına da gerek yoktu zaten. Birbirlerinin hislerini çok iyi anlıyorlardı. Çok fazla konuşmazlardı birlikteyken. Konuşmak için sözcük gibi basit araçlara ihtiyaçları yoktu çünkü. Onların kendilerine özel çok daha karmaşık bir lisanları vardı, yalnızca kendilerinin bildiği. Aynı gözleri ilk buluştuğunda olduğu gibi doğal gelişiyordu muhabbetleri.
DEVAM EDİYOR
0 yorum:
Yorum Gönder