NYMPHA

Çıt çıkmıyordu ormanda. Bunaltıcı ve rüzgârsız bir yaz günüydü. Sanki birkaç saniyeliğine hayat donmuştu; her şey oldukça hareketsizdi. Çimlerin içinde ağaçların arasında yatan genç kız gibi. Uzun dalgalı koyu kahverengi saçları çimleri kucaklıyordu. Her teli narin ve dokunsan dağılacakmış gibi ince ve yumuşak görünüyordu. Yanaklarındaki elma kızıllığını hala yitirmemiş olan yüzü ise sakindi. Yuvarlak gözkapakları berrak kahverengi gözlerinin üstünü örtüyordu. Uzun ve kıvrık kirpikleri gözünün altına kadar uzanıyordu. Yuvarlak hatlı ve hafif kalkık düzgün burnundaki ufacık delikler çok seyrek nefes alıyordu. Doğuştan gülümseyen dudaklarıysa o an ifadesiz, neredeyse uykuluydu. Krem rengi elbisesi öylesine yayılmıştı vücuduna. Teniyle aynı renk olan elbise onu taşıyan bedenle beraber bayılıvermişti. Öylesine cansız ve hareketsizlerdi, ama her an uyanıcakmış gibi enerji dolu.
Bir anda bir bulutun ormanın üzerinden geçmesiyle beraber ufacık bir rüzgâr esti ormanda ve birkaç kuş cıvıldaşarak sessizliği bozdu. O an sanki ormanın bir parçasıymış gibi kız da canlandı usulca ve kesik kesik nefes aldı birkaç kere ormanla birlikte. Burnu kırıştı hafifçe ve kirpikleri oynayarak kalktı gözkapaklarının ucunda. Birkaç kere daha açılıp kapandı gözleri sonra. Gördüklerini bir şeye benzetememişti sanki. Çevresindeki upuzun ağaçları evinin bahçesini çevreleyen parmaklıklara benzetmişti bir an ya da onun uyanmasını bekleyen insanlara. Ailesindeki herkes bu ağaçlar gibi uzun boylu ve zayıftı.
Yavaş yavaş dirseklerinin üstünde doğrulmaya çalıştı. Ormanın taze ve hafif mentollü o temiz kokusu onu tokatlayarak kendine getirdi ve ona şakaklarındaki geçmeye başlayan keskin acıyı hatırlattı. Acı da ona olanları hatırlattı.
Doğrulacak gücü bulamayıp dirseklerini tekrar uzatarak yattı. Ağaçların tepelerine baktı dalgın dalgın ve tam o sırada siyah bir kuş gölgesi bir ağaçtan öbürüne uçtu. Belki yuvasına dönüyordur komşusundan ya da can sıkıntısından uçuyordur diye düşündü sebepsizce. Sonra hiçbir şey düşünmeden durdu öylece bir süre. Sonsuza kadar böyle kalacakmış gibi geldi bir an. Tam o anda o büyülü dünyanın çok dışından bir ses duyarak irkildi. Sese yönelince biraz ötesinde yayılmış duran ufak uzun askılı çantasını gördü. Ses ondan geliyordu. Uzanıp eline aldı. Kapağını açıp cep telefonunu çıkardı. Telefon deli gibi yanıp sönerek babasının aradığını haykırıyordu ona o çirkin mekanik zil sesiyle. Sese daha fazla dayanamayarak açtı telefonu. Sesini boğazının derinliklerinden bulup çıkararak konuştu. Yemeğe bekleniyordu. Karşı koymadan kapattı telefonu.
Bu sefer hiç zorlanmadan hemen doğruldu. Acısı iyice azalmıştı. İlk kez oluyordu bu ona. Ormanın güzel kokusu, görüntüsü, sesi… Ormanın herhangi bir güzelliği olabilirdi gayet onu bayıltan. Hiç şaşırmazdı. Dünyada en sevdiği kokuydu orman kokusu. Dünyada en sevdiği görüntüydü orman manzarası. Dünyada en sevdiği sesti orman müziği… Ormana her adım attığında kendinden geçecek gibi olurdu. Babası ona “Orman Perisi” diye takılırdı arada. Belki de öyleydi zaten. Ama daha önce orman ona hiç acı vermemişti. Bu acıydı işte onu hayatında ilk defa bu sık ağaçlarla kaplı ormandan ürküten.
Cep telefonunu içine ancak sığdığı çantasına tıktı. Elbisesini düzeltti ve diz üstü çöküp üstüne yapışan çimleri temizledi. Sonra ayağa kalktı ve derin nefes alıp vererek daracık patikadan eve yürümeye başladı.
Evin geniş mutfağındaki kocaman kazanda pişen yemeklerin kokusunu alabiliyordu şimdiden. Düşüncesi karnını guruldatmaya yetti. Halası evde güzel yemek pişiren tek kadın olarak mutfağın patronuydu. Kendisinde de o aşçı ışığını fark eden halası onu da çekirdekten yetiştirme isteğiyle yemek pişirirken hep etrafında olmasını ister ve ona görevler verirdi. Hatta bir keresinde kimselere emanet etmediği mutfağını ona vererek tatlıyı baştan sona ona yaptırmıştı. Hiçbir hata yapmadan kusursuz bir biçimde yapmaya çalışmıştı o da tatlıyı. Halasının yüzünü kara çıkaramazdı ya! Özenle hazırladığı çikolatalı tatlıyı gururla masaya taşıdı. Gerçekten de tatlı biraz kuru olmasının dışında gayet güzeldi. Bol bol övgü alırken halasına ışıldayarak bakmıştı. O da ona göz kırpmıştı.
Şimdi kim bilir o kazanda ne yemekler pişirmişti. Adımlarını sıklaştırdı. Yemek hayatta onu mutlu eden unsurlardan bir tanesiydi. Tüm ailesinin sofrada toplandığı o saat günün en sevdiği vaktiydi. Herkesten önce yerini almış olurdu hep. Sabırsızlıkla beklerdi zeytinyağlıları, salataları, pilavları, daha sonra da meyveleri, tatlıları… Bugün o lanet olasıca acı onu bayıltmasaydı o da masada neşeyle kuzenleriyle muhabbet ediyor olurdu.
Gelirken yürümeye doyamadığı yol şimdi nasıl becerdiyse uzadıkça uzamış, her kıvrımda bitiverecekmiş gibi görünüp daha da uzun bir patikaya açılıyordu. Ama ormanın güzelliğini hiçbir şey bozamazdı. Yol bitmesindi zaten, ne olurdu. Sonsuza kadar yürüsündü bu dar patikada.
Yine durdu. Yemeği düşünmüyordu artık. Kendi etrafında dönmeye başladı. Sebepsiz. Önce yavaş yavaş, sonra gitgide hızlanarak dönüyordu. Etekleri de bu kontrolden çıkmış dönme dolaptan kaçmak isteyen korkak yolcular gibi ellerini kollarını sallıyorlardı.
İnsanların istedikleri gibi öldüklerine dair bir inancı vardı. Kendi nasıl ölmek isterdi acaba? Herhalde sakin bir ölüm onu memnun ederdi. Uyku gibi. Uyuyan Güzel, yok yok, Pamuk Prenses gibi uyumak. Bir prensin onu uyandırmasına da gerek yoktu illa. Öyle sonsuza kadar uyuyabilirdi. Yeter ki sevdiği bir yer olsun.
Bu orman gibi.



* * *



Sanki birkaç saniyeliğine hayat donmuştu; her şey oldukça hareketsizdi. Çimlerin içinde ağaçların arasında yatan genç kız gibi. Bir kuş tek bir kez öttü.

Çıt çıkmıyordu ormanda.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Read Comments

0 yorum: