DOLMUŞ ... şimdilik
Adımlarını sıklaştırdı. Kutu gibi sarı aracın beklediğini görünce resmen koşmaya başladı. Öndeki tabelaya çabucak bakarak basamağa ayağını koyup vücudunu kaldırdı. En sevdiği nokta dışında bütün yerler doluydu. Yolculardan bazıları sıkılmış ifadelerle yüzüne bakarken yerine oturdu, dosyasını dizlerinin üzerine yerleştirdi, derin bir nefes aldı. Heybesinin derinliklerine kolunu sokup bütün çantayı talan ederek yaklaşık beş dakikada cüzdanını buldu ve bir on lira çıkararak önünde oturan çocuğa uzattı.
Omzunda bir şey hissederek kızın sesini duydu. Ona bakmak için döndü. Para uzatıyordu. Bal rengi uzun dalga dalga saçları vardı. Küçük ağzının arasından görünen iki beyaz ön dişi, kalkık burnu ve merakla bakan yuvarlak gözlerinden birinin tam altında ufak bir beni vardı. Üzerinde beyaz düz bir tişört ve bol inen bir kot pantolon, boynunda ise ufak bir soru işareti kolyesi vardı. Ona çok uzun gelen bir süredir kıza baktığını fark ederek elindeki parayı aldı, önüne dönerek parayı şoföre uzattı.
Şaşkın görünüşlü çocuktan parayı aldı ve parayı bozmaya çalışırken direksiyonu doğru tutmaya çalıştı. Görevi bir an önce bitirseydi de Mithat Abi’nin yanında takılsaydı biraz. Allahtan bu saatte aşırı trafik olmuyordu. Para üstünü bozuk para bölmesinden birkaç bozukluk alarak tamamlayarak çocuğa geri uzattı.
Para üstü beş milyon yirmi beş kuruşu alarak kıza vermek için yeniden arkasını döndü. Ona daha uzun süre bakabilmek için bunu yaparken elinden geldiğince oyalandı.
"Buyurun," diyen çocuğun yüzündeki tuhaf ifadeyi görmezden gelmeye çalışarak parayı alıp dağınık çantasının dibinde bir yere fırlattı. Çok geç kalmıştı. Yine çantasının derinliklerinden müzik çalarını çıkarıp kulaklarını dış dünyaya kapadı. Arkasına yaslanırken dirseğini solunda oturan bayanın koluna çarptı.
"Of, şu gençler biraz daha dikkatli olsalar ya," diye düşündü. Cildi kolay moraran tiptendi. Zaten dünyada olmak istediği son yere gidiyordu: Kaynanasının evine. Hastalanacak zamanı bulmuştu. Yaptığı yardımla ona yaranabilse, yine iyi. Ama yo, ona kendini sevdirmesi Mars'a ayak basan ilk insanın bir Türk olması ihtimalinden bile imkansızdı. Peki ya o akılsız oğluna ne demeli, yine dershaneyi asmış, atılacak yakında. İyi bir liseye gitmesinin geleceğindeki önemini kavrayamıyordu herhalde... Yanındaki iki genç de biraz alçak sesle konuşsa ne iyi ederlerdi. Zaten...
Yanlarındaki orta yaşlı bayanın tenkit edici bakışlarını dikkate alarak ses tonlarını fısıltıya indirmeye çalıştılar. Ama konuşmalarındaki heyecan azalmadı. Nasıl böyle bir tesadüf olurdu da aynı dolmuşa denk düşerlerdi... Yıllardan sonra... Anında tanımışlardı birbirlerini. Ne de olsa ikisi de ilk aşkı birbirlerinde bulmuştu. Bu tür şeyler insanın hafızasına kalıcı boyayla sıvanır. Yaşanan onca şeyden sonra nasıl unutabilirlerdi ki birbirlerini. Heyecanla eski günlerden, dostlardan, sonra yeni günlerden, dostlardan, sevgililerden söz ettiler. İkisinin gözleri de o günlerdeki ışıltıyla parlıyordu. Biri çok eskiden unutulmuş bir şakayı tekrarlayınca diğeri dayanamayıp dolmuşun içinde bir kahkaha patlattı.
Neşeli kahkaha kızın düşüncesinden onu biraz sıyırdıysa da tamamen ayıramadı. Çaktırmadan tekrar arkasına dönüp kıza bir bakış daha atmaya çalıştı. Kızın hayret yüklü bakışlarıyla göz göze gelince ise kulaklarına kadar kızararak anında önüne döndü.
Elektrik şok geçirmişçesine önüne dönen çocuğa için için gülmeden edemedi kız. Bu tür şeyler başına hep olmasa da arada sırada gelirdi. Çoğunlukla oralı olmazdı. Bu sene onun için önemli bir seneydi. Ancak, bu kez gerçekten acelesi olmasaydı tadını çıkarmaya bakabilirdi. Çocuğun utangaç tavrındaki bir şey ona nedense çok, şey gelmişti... şirin... Saatine baktı ve yutkunmadan edemedi. Nasıl bu kadar geçe kalabilmişti? Deneme sınavı yirmi dakika içinde başlayacaktı ve o daha köprüyü bile geçmemişti. Ya kötü performans gösterip sınıf düşerse ne yapardı? Sinirle ayağını yere sürttü.
İki şarkı arasındaki duraklamada birinin püflediğini ve ayağını yere sürttüğünü duydu ve müzik çalar başka bir hareketli parçaya geçti. Ritme başını sallayarak içinden şarkıyı söylemeye başladı: "This ain't nothin' but a Summer Jam. Bronze skin and cinnamon tans..."
Yanındaki çocuğun kulaklığından gelen aşırı yüksek sesli techno müziğe en nefret dolu bakışlarını attı. "Kulaklığı takmadan da duyulabilecek derecede yüksek sesle müzik dinlemek kanunen yasaklanmalı," diye düşündü. Eve gecikiyordu yine, abisine ne dese kurtulamayacaktı. Yine onun işten dönmesini beklerken küp gibi sarhoş olmuştur. Bıkmıştı artık bu hayattan da, abisinden de... Bir kısmet çıksaydı da evlenseydi kurtulurdu. Ama nerde onda o şans? Başı ağrıyordu. Alnını soğuk cama dayadı ve zamanın hızlanması için tüm içtenliğiyle dua etmeye başladı.
Arkasında kızın sinirle bacağını oynattığını hissedebiliyordu. Onun bakışından mı rahatsız olmuştu acaba. Belki başka bir derdi vardır. Ah, keşke onu başka bir şekilde başka bir yerde tanıyabilseydi. Sanki bu dünyaya ait değilmiş gibiydi. Dolmuş karşıya geçince duracak ve o da sonsuz insan yığınının arasına sonsuza dek kaybolmak üzere adım atacaktı. Tanımadığı milyarca insanda biri olmaya devam edecekti ve bu konuda hiçbir şey yapamazdı. Onu takip edecek değildi ya? Bir dakika, neden olmasın? Saçmalamamalıydı. Kız ona sapık muamelesi yapardı. Haklı olarak. Ne yapmalı, ne yapmalı...
Sonunda hemen her günkü dolmuş yolculuğunun en sevdiği kısmına gelmişti. Sırf bu yüzden burada oturmayı seviyordu. Hemen müzik çalarından romantik bir şarkı ayarladı ve geç kaldığını, sınavı, bütün dertlerini ve dünyanın geri kalanını unutarak kendini manzara ve müzikle bütünleştirdi. Ah, bu şehir kadar güzel bir yer, bu manzara kadar güzel bir görüntü olamaz herhalde dünyada. Köprü boyunca Boğaz'ın derinliklerine on defa dalıp çıktı, ona göz kırpan parıltıların her birine teker teker dokundu. Köprünün bitimine gelirken manzarayla son defa vedalaşmak için döndü.
Pencereden bakıyormuş gibi yaparak kafasını biraz sağa çevirdi ve yan yan kıza baktı. Kız pencereden dışarısını izliyordu artık. Onun farkında bile değildi. Dalgalı saçları pencerenin rüzgârında uçuşuyor, gözleri çok uzaklardaki bir sevgiliyi anarcasına dalıyordu. Öyle güzeldi ki… Yanında oturan çocuğun kulaklığının cızırtısı büyüyü bozuyordu. Yine gelmişti. Bütün vücudunu sardı ve beynini ele geçirerek bir sonraki hareketlerini büyük bir dürtüyle kontrol etti.
“Do you believe in miracles? Do you believe in consequences? Do you believe – of, ne süper şarkı ya – Do you believe?”
E, bu kadarı da fazlaydı artık. Onca paralar döküyordu, çocuğu iyi eğitim alsın diye; çocuk ise orada burada sürtmek için bütün emeklerini boşa çıkarıyordu. Şu müzik de sussa ya artık!
"Pardon, müziğin sesini kısmanız mümkün mü?” Omzuna sertçe vurulmasıyla kulaklığını çıkardı. Bütün dolmuş ona bakıyordu. Arkasındaki boyalı kızıl saçlı teyzenin sert bakışları altında müziği kıstı. İnsanlar iyi müzikten anlamıyordu işte.
Dolmuş köprüden çıkmıştı. Kız önüne döndü ve kucağında ufak bir kağıt parçası buldu:
İki ela parıltısı dalmış
Sonsuz lacivertlere
Süzülüp uçacak gibiler
Sonsuz lacivertlere
Bulduğum gibi
Kaybedeceğim onları yakında
Avucumda tutmaya çalıştığım su gibi
Akıp gidecekler parmaklarımdan
Sonsuz lacivertlere
Önünde oturan çocuk
(Bana kısaca Deniz diyebilirsin)
İkisi de susmuştu aynı anda. Anılara dalmışlardı yine. Neden başka bir zaman değil de bugün, burada, bu anda karşılaşmışlardı ki? Bir nedeni olmalıydı. Kız elinin üzerinde bir şey hissetti. Aşağı baktı. Elinin üzerinde onun eli vardı. Başını onun omzuna koydu.
“Leydiyz end centılmını…van, tu, tıri, foro!...”
Bekledi, bekledi. Arkasına dönmeye cesaret edemiyordu ki. Ta ki, omzunda hafifçe sürtülen elini hissedene kadar: “Çok hoş, sen mi yazdın?” Hafifçe arkasına dönüp kızla yüz yüze geldi. Sonunda gülümsüyordu. Sol yanağında hafif bir gamze belirmişti. O da elinde olmadan gülümsedi: “Senin için —“. “—Mısra,” dedi kız arkasına yaslanarak. “Benim adım Mısra.” “Mısra,” diye kendi kendine tekrarladı Deniz.
Tam o anda dolmuş ani trafiğin sonunda durdu. Yolcular şaşırmadılar. İstanbul’da her an her yerde trafik olabilirdi sonuçta. Çünkü burası İstanbul’du. Yine de homurdananlar oldu. Ses çıkarmayanlarsa içlerinden homurdandı.
Şoför içinden küfretti. Bir bu eksikti. Eğer yine yol çalışmasıysa... Nerden dolmuş şoförlüğüne bulaşmıştı ki zaten. İstanbul’da dolmuş şoförlüğü yapmak intihar etmekle eş anlamlıydı...
Buyurun bakalım... Yine trafik. Neyse en azından kaynanasının meymenetsiz suratını görmekten bir süreliğine daha kurtulacaktı. Ama trafik her zaman içini olduğundan da fazla karartmaya yetecek bir sebepti. Zaten bu ufacık dolmuşun içinde bunalıyordu. Her halikarda durum fesattı...
Yaşasın! Trafik... Onunla daha uzun süre beraber olabilecekti.
Kahretsin! Sınava asla yetişemeyecekti. Zaten istediği bölüm ve üniversite de onun için bir hayalden ibaretti. On sene sonra aptal bir evlilik yapmış aptal bir ev kadını olmuş olacaktı, beş çocuk annesi olup ölecekti...
“Here we go again... again...again...Here we go again... again... again...”
Trafik var ya da yok onun için önemli değildi o anda. Bu dolmuştan hiç inmek istemiyordu zaten, gerçek dünyaya adımını hiç atmak istemiyordu. Geleceği ve geçmişi arasındaki bir köprü olarak görüyordu bu dolmuşu, sanki zaman durmuştu ve hayata bir süreliğine ara veriyordu. Mutlu olmak için hayatına ara veriyordu... Onu çok seviyordu...
Harika... süper... mükemmel... işe geç kalacağı artık resmiyete dökülmüştü. Bu şoföre bi temiz dayak çekeceği de... Çünkü bu dolmuşta on dakika daha fazla kalırsa elinden bir kaza çıkacaktı. Ne bakıyorsun... Allahım ya... Bir sen eksiktin. Dikiz aynasından onu dikizleyeceğine dolmuşu doğru düzgün sürmeye baksaydı keşke. Midesi bulanmıştı zaten dur-kalk, dur-kalk, dur-kalk...
On dakika sabit durduktan sonra şoför dayanamayıp arabadan atladı ve yolcuları şaşkınlık içinde birbirine bakmaya bırakarak öndeki dolmuş şoförüyle olanları tartışmaya gitti. Durum kötüydü. Bir boru patlamıştı ve belediye olayı halledene kadar – kim bilir bu ne kadar sürerdi --orada kapana kısılmışlardı. Şoför koltuğuna geri döndü.
“Sorun neymiş?” diye sordu şoföre dayanamayarak her zamanki sakin ses tonuyla. Hayatta her türlü durumda sakinliğini koruyabilmiş olması özelliğiydi. Bardağın dolu tarafını görürdü her zaman. Onunla beraber olan insanların üzerinde de sakinleştirici etkisi vardı. Bu yüzden bir borunun patladığını öğrendiğinde de hiç panik yapmadı. Zaten bu toplantıya gitmeye pek de hevesli değildi. Bahanesi de hazır olmuş oldu. Onun yerine yakınlarda oturan eski bir arkadaşını da görmeye gidebilirdi pekala. Aylardan beri görmüyordu ne de olsa. Güzel bir süpriz olurdu.
TO BE CONTINUED
0 yorum:
Yorum Gönder